Size bugün, Anadolu’ya geldiğimizde yaşanan kültürel çarpışmanın sonucu ortaya çıkan sözcüklerin yarattığı sözel simgelerden söz etmek istiyorum.
Aslında iki tane sözcük, benim yaşamımda sözcükler denizine doğru böyle bir yolculuğa çıkmama neden oldu. Birinci sözcük tabur, ikinci sözcük Ereğli sözcüğüydü. Karadeniz Ereğli’de ilkokulda okurken, evimizden 150 metre ötede bir deniz piyade taburu vardı. Annemin arkadaşları hasta olur, hastaneye giderler, biz de sorarız “Ne oldu” diye. Ayşe Teyze taburcu olur, Zeliha Teyze taburcu olur. Ben bir türlü askeri ‘tabur’la, ‘hastalar iyileşince taburcu oluyor’ daki ‘tabur’ sözcüğü arasındaki ilişkiyi çözememiştim.
Bir de bu arada Ereğli meselesine kafayı takmış vaziyetteyim. Ben soruyorum, “Bu Ereğli’nin adı nereden geliyor?” Bana diyorlar ki, “Buraların bir sahibi vardı eli eğriydi, hep buraların sahibi eli eğri olunca…” Hatta Ereğlililer buna o kadar çok inanıyorlardı ki, orada yaşayanlara ben “nerelisin” diye sorduğumda “Elieğriliyiz” diyorlardı. Fakat haritaya bakıyorum, Marmara’da Ereğli var, Konya’da Ereğli var. Bir soru işareti daha var kafamda. O da şu, “ya normal insanlar bu kadar arazi sahibi olamazken bu ‘elieğri’ adamlarda niye bu kadar yetenek var” diye… Bu iki tartışma sürerken birden öğrendim ki Osmanlı’da aslında şehirlerde kırıkçılar var, çıkıkçılar var, hastaneler yok. Hastaneler savaş alanlarının arkasına kuruluyor. Asker yaralanıyor, hastaneye geliyor, iki ihtimal var. Bir öldü, ikinci ihtimal ise; iyileştiği zaman doktor geliyor başına “Tabura” diye yazıyor. Şimdi siz de gelip soruyorsunuz, “İsmail ne oldu?” Orada yatan öteki arkadaş diyor ki “Taburcu oldu.” Bu bizim dilimize öyle bir yerleşiyor ki bir bakıyoruz artık herkes taburcu oluyor. Ayşe Nineler taburcu oluyor, Fatma Teyzeler taburcu oluyor…
Sonra bu Ereğli meselesine kafayı takmış dolaşırken, ona soruyorum-buna soruyorum bir türlü cevap alamıyorum. Bir gün babamın bir arkadaşı vardı Erdemir’de, bana dedi ki “Buna fazla kafayı takma, Ereğli Heraklit’ten gelir” dedi. “Kendi adına bilimsel araştırmalar yapan büyük Yunanlı filozof adı Heraklit’ten aldı ismini bu şehir, sonra Ereğli oldu.” Şimdi anladım ki ben; Türk halkı uyduruyor ama ilginç bir durum var; biz askerler olarak gelmişiz, büyük bir savaşçı ulus ve büyük bir Bizans kültürüyle çarpışmışız. Ortaya değişik bir şey çıkmış. Şimdi size bu değişik şeylerden örnek vermek istiyorum.
Tribünü biliyorsunuz değil mi? Maç seyrediyor insanlar. Açık tribün var, kapalı tribün var. Ama aslında tribün bir oturma yeri değil. Tribün, milletvekili demek Roma parlamentosunda. Asiller senatörleri seçiyorlar, onlar koltuklarda oturuyor. Halk ise tribün seçiyor ve arkada oturuyorlar. Bir senatörü dört tribün seçiliyor. Fakat bu bizim dilimize öyle bir yerleşiyor ki, biz artık onların insan olduğunu unutmuş vaziyetteyiz. Bize göre tribün bir oturma yerinden ibaret.
Namus… Eski Yunanlılar toplumu belirleyen bütün kurallara “nomos” diyorlar. Kuralların tamamı… Araplar onu alıp sadece ahlaki şeylerde kullanmaya başlıyorlar. Biz de Müslümanlaşınca onu öğreniyoruz, bizim için de ahlaki bir kural haline geliyor. Halbuki o da binlerce yıllık öyküsü olan bir sözcük.
Çaçaron… İnanılmaz bir şeydir. Gerçi burada bir haksızlık var. Çok konuşan, her zaman haklı olan kadınlar çaçaron. Aslında çaçaron bir erkekten günümüze geliyor. Çaçaron; Çiçero gibi demek. Büyük Bizanslı –Romalı avukat aslında, çok konuşuyor biliyorsunuz. Durmadan konuşuyor. Ve halk onun bu konuşmalarını “Çiçero” gibi anlamında “çiçerion” diyor. Bize gelince çaçaron; çok konuşan, her zaman haklı olanlara söylediğimiz ve aslında binlerce yıldır kullanılan çok eski bir sözcük…
Safsata… Yunanlı filozof Protagoras diyor ki; “Bizim yapmamız gereken bir tek şey var, halka felsefeyi öğretirsek ülke kurtulur.” Bir okul kuruyor, sofistler okulu. Ve insanları bu okulda eğitiyor, filozofları… Filozoflara diyor ki, “Gidin halka felsefeyi anlatın. Anlatın Thales’i, anlatın Aristo’yu. Onlar bunu öğrensinler ve göreceksiniz Yunan uygarlığı dünyanın en önemli uygarlığı olacak.” Ama maalesef filozoflar felsefeyi halka öyle bir uzun, öyle ağdalı kelimelerle anlatıyorlar ki, halk onların anlatımlarına “sofista” diyor. Yani sofist gibi konuşuyor… Durmadan konuşuyor, ne dediği belli değil, sofista… Bu sofista, bizim şu anda safsata olarak kullandığımız kelimenin temeli. Sofistike de aynı şeydir.
Gördüğünüz gibi biz aslında büyük, binlerce yıllık bir kültürün çatışmasıyla günümüze kadar geliyoruz. Biliriz değil mi, efe aslında bir Türk’tür. Hiç kimsenin efe sözcüğünün Türkçeliğinden şüphesi yoktur. Halbuki efe, Yunanlılarda büyük güreşçilere, yiğit insanlara verilen bir addır. Ama efe, binlerce yıllık bir sözcük. Biz Anadolu’ya geldik ve efelerle kucaklaştık. Bizim efelerle onların efeleri birlikte bir İzmirler yarattık, Manisalar yarattık. Bir efeler diyarı yarattık. Binlerce yıllık kültürümüzün bir ürünü efe.
“Bizim yapmamız gereken bir tek şey var, halka felsefeyi öğretirsek ülke kurtulur.” Bir okul kuruyor, sofistler okulu. Ve insanları bu okulda eğitiyor, filozofları… Filozoflara diyor ki, “Gidin halka felsefeyi anlatın. Anlatın Thales’i, anlatın Aristo’yu. Onlar bunu öğrensinler ve göreceksiniz Yunan uygarlığı dünyanın en önemli uygarlığı olacak.”
Çok büyük anlamında hangi kelimeyi kullanırız? Acayip büyük, kallavi deriz değil mi? Kallavi. Yani acayip bir şeydir kallavi. Kallavi gerçekten aslında sadrazamların taktığı kavuğa verilen addır. Sadrazamlar böyle kocaman bir kavuk takarlardı. Ve o sadrazamların taktığı bu kavuk, sadrazama özgü olarak padişahtan da büyük ve uzun bir kavuktu. Ve onun adı kallavi idi. Dolayısıyla biz şimdi günümüzde bir şeyin çok büyük olduğunu anlatmak istediğimiz zaman, onun kallavi bir şey olduğunu söylüyoruz. İşte kallavi, bildiğimiz sadrazamın kavuğu.
Doğu Türkistan’da Turfan isimli bir yer var. Dağların arasında inanılmaz bir iklim var bu bölgede ve Orta Asya’da bütün meyve ve sebze ilk defa Turfan’da çıkıyor. Mesela gittiğiniz zaman Kırgızistan’a ilk çıkan meyvelere Turfan’dan diyorlar. Turfan’dan geliyor anlamında. Biz de Anadolu’ya geliyoruz. Turfan’ı unutuyoruz tabii. Şu anda bile aramızda bir sürü kişi Turfan’ın Uygurların önemli yerlerinden biri olduğunu gözden kaçırdı.
Şimdi Turfan’dan sözü Anadolu’da turfanda oluyor. Çünkü artık Turfan’dan gelmiyor, Antalya’dan geliyor. Ama Antalya’dan demiyoruz. Ne diyoruz? Turfanda diyoruz istesek de istemesek de. Şimdi size çok ilginç bir şey anlatmak istiyorum. Osmanlı ordusunda ben en önemli birliklerinden birinin kemankeşler olduğunu duyunca “Ooo” demiştim, “Osmanlı ordusu orkestra gibi.” Bir yandan mehter takımı var, bir yandan da kemankeşler var. Tarih hocam çok gülmüştü buna. Dedi ki “Kemankeş demek okçu demektir” dedi. Şimdi aslında bu bir keman.
Bunu kullanana kemankeş deniliyor. Bunun şu ip gibi olan yeri çok fazla ipten bükülerek yapıldığı için adı çile. Biz ona kiriş diyoruz. O zaman çile deniliyordu. Acemi okçuya da kepaze denilir. Peki insan niye kepaze oluyor? Çok başarılı bir okçusunuz, savaşta gereken performansı vermiyorsunuz. O zaman diyorlar ki buna “Git acemilerin yanında çalış.” Yani tekrar kepaze oluyorsunuz. Başarısız olursan kepaze olursun. Peki kepaze ne yapıyor? Kepaze sabahtan akşama kadar çile çekiyor. Çünkü çektiği o. Dolayısıyla kullandığımız her kelimede binlerce yıllık bir geçmiş saklı…