Prof. Dr. Özlem Koray Cansungu – Bülent Ecevit Üniversitesi Ereğli Eğitim Fakültesi
Konforlu yaşam. Günümüzde en çok ihtiyaç duyulan ve peşinden koşulan yaşam tarzı. Rahat bir iş, rahat bir ev, rahat koltuklar ve diğerleri… Sosyal paylaşım sitelerinin de etkisiyle her gün pek çok insan daha konforlu bir ortamın arayışı içinde. Tükenmek bilmeyen isteklerimizle her geçen gün bu yaşam tarzına daha çok yaklaştığımızı düşünüyoruz.
Oysaki yaşam güzellikleri olduğu kadar zorlukları da içinde barındırıyor. Taşıdığı güzellikler ve zorluklarla birlikte denge halinde olan yaşam, bazı zamanlarda bizi rehavete sürüklerken, bazen de mücadele ruhumuzu arttırıyor. Doğanın bahar aylarında canlanması, bir bebeğin dünyaya gözlerini açması, bir çocuğun gülüşü ve daha niceleri yaşamın tadına doyulmaz güzelliklerinden. İnsan olarak bu dünyada var olmanın en büyülü anları bu güzellikleri yaşamak. Ama yaşamın bütününde zorluk gibi görünen ancak yeterli çaba ve sabırla güzelliğe dönüşebilecek durumlar da var. Doğum yapan bir annenin çektiği onca acıdan sonra, yavrusuna kavuştuğu o doyumsuz anı yaşaması gibi ya da bütün zorluklarına rağmen bir dağcının dağın zirvesine ulaştığında yaşadığı mutluluk gibi.
Yaşam bizi çektiğimiz sıkıntılar ölçüsünde zenginleştiriyor aslında. Öncelikle azmi, sabretmeyi öğreniyoruz, sonra farkında olmayı, değer bilmeyi ve en sonunda umut etmeyi … Bu öğrendiklerimizle birlikte, mücadelemiz ölçüsünde ortaya çıkan sonuç da bizi mutlu edebiliyor. Yani konforlu bir yaşamdan çok, içinde zorlukların olduğu, hatta bu zorlukların öğrenme deneyimi olarak görüldüğü bir yaşam tarzını benimsemek daha doğru bir seçenek gibi…
Çocukları için hiçbir sıkıntının olmadığı konforlu bir yaşam sunmak, bazı yetişkinler için önemli olabiliyor. Zaman ve enerjilerini bu uğurda harcayan anne-babalar sayesinde, çocuklar, çok küçük yaşlardan itibaren bu hayata uyum sağlıyorlar. Sorumluluk almaya ve bu sorumlulukları yerine getirmeye alıştırılmayan çocuklar, yaşamın zorluklarıyla karşı karşıya kaldıklarında bocalayabiliyorlar.
Prens ve prenses gibi davranılan bu çocuklar, büyüdüklerinde de çevrelerindeki herkesin kendilerine bu şekilde davranmasını bekliyor. Ne yazık ki bu beklenti çoğu zaman hayal kırıklıklarıyla sonuçlanıyor. Ani öfke nöbetleri, kıskançlıklar, depresyon belirtileri, aşırı hırs ve bunların getirdiği toplumdan soyutlanma bu sonuçlardan bir kaçı. Oysaki yaşamın içindeki dengeyi gözeterek, çocukları çeşitli zorlukları içinde barındıran görevleri yapmaya teşvik ederek eğitmek çok önemli. Ailede ve okulda “zorluk eğitimi” başlığı altında verilen her türlü sorumluluk onları hayata hazırlıyor.
Zorluk eğitiminde çocukların yaşlarına ve kapasitelerine uygun çeşitli problem durumları kullanılıyor. Örneğin, bir babanın çocuğuyla birlikte yapacağı uçurtmayı önce ona tasarlatması ya da annenin düzensiz bir çekmecenin tekrar düzenlenmesi için çocuğundan yardım istemesi. Küçük yaşta bir çocuğun sürahiden bardağa su boşaltmaya çalışması da ona uygun bir problem durumu. Okulda öğretmenin bitkilerin bakımıyla ilgili öğrencilerinden bir görev dağılımı çizelgesi istemesi, yine zorluk eğitimiyle alakalı. Aslında anne-babaların ve de öğretmenlerin çevrelerinde gördükleri sorunlu durumları, çocuğun eğitiminin bir parçası olarak algılayarak ve biraz da yaratıcılıklarını ortaya koyarak oluşturdukları her etkinlik, zorluk eğitiminin bir parçası. Kısacası; çocuklar, konforlu bir yaşam yerine, onların seviyesine uygun çeşitli problemlerle uğraşarak yani becerilerini kullanma fırsatı bularak gelişiyorlar. Bu problem durumları onlar için ilgi çekici ve eğlenceli olursa “öğrenmenin keyfi”ne ulaşıyorlar.
Çalışarak ve üreterek geçirilen her zaman dilimi, çocuk ya da yetişkin, herkesi hayata hazırlıyor. Böylece, her zorlu çalışma sürecinden sonra edinilen keyif ve konfor daha anlamlı oluyor. Konfor ve zorluk iki tezat kavram olarak görülse de, zorluğun ardından edinilen konfor, birey tarafından ödül olarak algılanıyor. O halde; bir çaba gerektirmeden ödüle ulaştığımız ortamlardaysak tekrar düşünmemiz gerekiyor, “başka türlü bir bedel ödemek zorunda kalır mıyım” diye. Çünkü yaşam kendi dengesini sağlıyor…
Kelebeğin hikâyesinde olduğu gibi;
“Bir gün, kırlarda gezintiye çıkan bir adam, kenara oturduğu otlardan birinin dalında, küçük bir kozanın varlığını fark eder. Koza açılmak üzeredir. Adam, bunun bir kelebek kozası olduğunu düşünür. Böyle bir fırsat ele geçmez diye düşünerek, bir kelebeğin dünyaya geldiği ilk dakikalara şahit olmak ister. Dakikalar dakikaları kovalar, saatler geçer, ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delikten çıkmaz. Birden kelebeğin dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş olabileceğini düşünür. Sanki kelebek “elinden gelen her şeyi yapmış da, artık yapabileceği bir şey kalmamış” gibi gelir ona. Bu yüzden, kelebeğe yardımcı olmaya karar verir. Cebindeki küçük çakıyı çıkarıp kozadaki deliği bir cerrah titizliğiyle büyütmeye başlar. Böylece, bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverir. Fakat bedeni kuru ve küçücük, kanatları buruş buruştur. Adam kelebeği izlemeye devam eder, çünkü kanatlarının her an açılıp genişleyeceğini ve narin bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umar. Ama bunlardan hiçbiri olmaz. Kelebek, hayatinin geri kalanını, kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirir. Ne kadar denese de, asla uçamaz. Adamın bütün iyi niyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şey, kelebeğin kozanın kısıtlayıcılığından kurtulmak için gösterdiği çabayla kanatlarının güçlenebileceği ve uçabileceği gerçeğidir. Bu gerçeği öğrendiğinde, hayat boyu unutamayacağı bir şey de öğrenmiş olur: Bazen, hayatta tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey, çabadır.”