1910 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Semiha Berksoy’un annesi ressam Fatma Saime Hanım, babası Ziya Cenap Berksoy’dur. Annesi ona jestlerle şiir okumasını, şarkı söylemesini ve resim yapmasını öğretti. İlkokuldayken hikayeler yazar, yazdıkların resimlerdi. Güzel Sanatlar Akademisi Namık İsmail Atölyesi’nde resim eğitimi alarak resim yapmaya devam etti. Daha sonra Darülbedayi Tiyatro Okuluna giden Semiha, İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Nimet Vahit Şan sınıfına devam eder ve ilk şan konserini verir.
1932’de Darülbedayi’de çalışmaya başlar ve çeşitli oyunlarda başrol oynar. Muhsin Ertuğrul’ un çektiği ve ilk sesli Türk filmi olarak bilinen ‘İstanbul Sokakları’nda Semiha rolünde oynar. Darülbedayi’ de sahnelenen Türk operetlerinin primadonnası olur. Atatürk’ün emriyle hazırlanan İlk Türk Operası olan Özsoy Operası’ ndaki rolüyle dikkatleri üzerine çeker. Cumhuriyet’in müzik politikasına uygun ilk opera olan ‘Özsoy’ u Ahmet Adnan Saygun besteledi. Konusu ve librettosu üzerinde Mustafa Kemal’ in de titizlikle durduğu “Özsoy” (öbür adıyla Feridun) adlı bu operanın metnini Münir Hayri (Egeli) yazmıştı. Türklerin İranlılarla aynı soydan geldiği temasını işleyen “Özsoy” ilk kez 19 Haziran 1934’te, Mustafa Kemal’in ve onun resmi konuğu İran şahı Rıza Pehlevi’ nin huzurunda sahnelenmiştir.
‘Berlin Yüksek Müzik Akademisi Opera bölümüne devlet bursu ile gönderildim. Öğrenciliğim devam ederken, 22 Haziran 1939’da Richard Strauss’un 75. Doğum Yılı Festivali’nde, Berlin Akademisi Eski Apollon Operasında, Richard Strauss’un Ariadne auf Naxos operasında, Ariadne rolüyle sahneye çıktım.
Berlin’de çalışmak yerine Ankara Devlet Operası’nın sanatçısı olmaya yeğleyen Semiha Hanım, ilk konserini Cemal Reşit Rey’in eşliğinde verir. Ankara Devlet Operası’ nın kurulmasında Carl Ebert ile birlikte görev alan Semiha Hanım, Ebert’in reji asistanı olarak çalışmıştır. 1941 yılında profesyonel anlamda Türkiye’nin ilk opera gösterisi olan ‘Tosca’da oynar. Yine Carl Ebert’in rejiliğindeki Madame Butterfly operasında oynar ve ardından Deli Dolu ve Lüküs Hayat operetlerinde de görev alır.
Bundan sonra da Devlet Operası’nın çeşitli gösterilerinde rol aldı ve yurtdışında pek çok konser verdi. 1963 yılında jübilesi yapılan Semiha Berksoy, 1972 yılında Devlet Operası’ ndan ‘Yüksek Dramatik Soprano’ olarak emekli oldu. Bütün bu çalışmalarının yanı sıra Semiha Hanım resim yapmaktan hiç vazgeçmedi. 1969 yılında Berlin’de, 1972 yılında da Paris’te sergi açtı. Türkiye’de ilk sergisini 1974 yılında Ankara Devlet Resim Heykel Galerisi’nde açan Semiha Hanım, tuvallerinde genellikle ölüm ve aşk temalarını işledi. Kocaman kara gözlü genç bir kadın, ya kendi ölümünü ya da aşkı beklemektedir.
‘1999 yılında New York City Lincoln Center’da, Robert Wilson’un rejisörlüğünü yaptığı, Umberto Eco’nun eseri ‘The Days Before. Death, Destruction and Detroit III’ adlı oyunda, Tristan ve Isolde Operası’ndan, Isolde’nin, “Aşk Ölümü” aryasını söylediğimde 89 yaşında idim. Benim ruhum çok canlı. Sanat aşkı var bende. Sürekli birşeyler yaratıyorum. Babamın konservatuvarı bırakmam için yazdığı mektubuna cevaben 18 yaşında yazdığım mektupta, ‘benim ruhumu sürükleyen, bende alev haline geçen birşey var; o da sanat aşkıdır, bunu bilesiniz, ölsem de mezarımda selvi ağaçları söyler.’ diyerek sanattan asla vazgeçmeyeceğimi vurguluyorum. Hakikaten de bu yaşa geldim, hala vazgeçmiyorum. Sanatın yaşı yok, 90’da da, 9 yaşında da olur. Bu ruhi bir mesele. Ve bu aşk, merak beni genç ve enerjik tutuyor. Çünkü beni sevindiriyor. Aşık olmak da insanı sevindirir.’
15 Ağustos 2004 yılında 94 yaşında hayata gözlerini yuman Semiha Berksoy, geçirdiği son ameliyat sonrası tüm arkadaşlarına Nazım’ın Paydos şiirini okumuş.
…güzelim dünya elveda,
ve merhaba
kainat…
Kızı Zeliha Berksoy, cenaze töreninde annesinin bir Atatürk kızı olduğunu ve O’na hayranlığını son nefesine kadar sürdürdüğüne işaret ederek, “Türk sanatına vasiyeti; Atatürk’ün opera, tiyatro ve sanat devrimlerinin kesintisiz devam etmesiydi. Genç opera sanatçılarına destek olunması ve Türkiye’nin de dünyaya modern tanıtılmasıydı” diye konuştu.
Semiha Berksoy’un anısına ayırdığımız sayfalarımızı son olarak; babasına Atatürk ile tanışmasını anlatan mektupla bitiriyoruz:
“…Size bu mektubu yazmaktaki yegane maksadım, hayatımda unutulmayacak çok güzel bir hadiseden bahsetmektir benim şeker, iyi kalpli babacığım. 12 Haziran Salı günü gecesi, siz evinizde rahat rahat uyurken, kızınız; Gazi Hazretleri ile teşerrüf etti… Bakınız size bu heyecanlı hikayeyi anlatayım. Salı günü Halkevinde saat 3’de prova ettiğimiz bir esnada, gazi’nin geleceğinden ve bu işle yakinen alakadar olduğundan bahsettiler. Gazi geldi, locasından provayı seyretti, hepimiz heyecan içerisinde idik. Giderken ‘Bravo’ diye bağırdı. Necip Ali Bey’in sonradan getirdiği havadise nazaran Gazi; herkesi ayrı ayrı tebrik ettiğini söylemiş. Geceleri 12’ye kadar devam eden provadan sonra, Münir Hayri, Nimet Vahit’i ve beni otelimize kadar getiriyor… Henüz yatmıştım, içimde tuhaf bir heyecan vardı, uyumaya çalışıyordum. Kapı vuruldu açtım, otelin garsonu, Nimet Vahit’in beni çağırdığını söyledi. Hemen odasına koştum; zavallı kızcağız o da şaşkın bir halde;
– Çabuk hazırlanın Semiha’cığım, köşkten çağırıyorlar…
– Hangi köşkten? dedim…
– Canım yukarıdan, Gazi çağırıyor… Emir, telefon ve kapıya da otomobil geldi, dedi.
Şaşırdım… Çünkü ben ancak oyundan sonra ve Gazi pek beğenirse belki köşke çağırır ve gene de kendimi hesaba katmayarak yalnız Nimet Vahit ve Nurullah’ı isteteceğini tahmin ediyordum. Öyle afalladım ki; ben gelmesem olur mu, dedim.
– Katiyen, Necip Ali Bey köşkten telefon etmiş, isimlerle çağrılmışız, dedi.
Nimet Vahit, Semiha Cenap, Nurullah ve piyesi besteleyen Adnan ve Münir Hayri Beyler derhal gelsinler demiş… Hemen Daime Ablacığımın gri elbisesini giydim. Kapıda otomobilde Adnan Bey, Münir Hayri bizi bekliyordu. Son süratle Musiki Muallim mektebinden de, Nurullah Bey’i aldık ve Çankaya yolunu tuttuk. Saat tam 1,5 olmuştu, Ankara gece Paris gibi pırıl pırıl yanıyor, bilhassa Gazi’nin köşkü nurdan bir mücevher gibi görünüyor. Dört tarafı balkon gayet modern ve pek büyük olmayan bu köşkün çiçekler ve havuzlarla dolu bahçesinden geçerken bir iki polis noktasına tesadüf ediyorduk. Balkona bir iki kişi çıktı, her taraf gündüz gibi… Kapıda iki üç polis, birkaç tane uşak, Necip Ali Bey önde ve arkada tanımadığım bir iki adam daha bize doğru geldiler. kemal-i hürmetle elimizi sıktılar. Mermerden geniş bir antreye girdik, her taraf çok kıymetli ve modern eşyalarla tezyin edilmişti. Paltolarımızı çıkardık, kendimize çeki düzen verdik. Necip Ali Bey öne düştü, geniş güzel bir koridor, geniş kapılı büyük bir salona açılıyordu. Bu salonda, kırmızı möble ve kırmızı kuyruklu bir piyano ve duvarlara merbut, camlı dolaplar içinde pek kıymetli biblolar, ufak eşyalar bulunuyordu.
Tavanda 3 tane büyük avize gözleri kamaştırıyordu. Salonda bulunan yazı masasının üzerinde Richard Wagner’in el büyüklüğünde basıda siyah bereli heykeli duruyordu. Sola yürüdük ve hayatımda hiçbir vakit unutamayacağım bir manzara ile karşılaşmıştım. Gayet geniş bir kapının bize gösterdiği bu tablo çok enteresandı; modern büyük bir elektrik lambasının altında, yeşil çuhalı siyah bir masanın başında; bronzdan hareket eden bir heykel bilardo oynuyordu. Karşısında İsmet Paşa bütün sevimliliği ile ona iştirak ediyordu. Yaklaştık; şöyle bir döndü, Necip Ali Bey, Nimet Vahit Hanım’ı takdim ederken ben heyecan içerisinde bir saniyelik sıramı bekledim. Nihayet Büyük Gazi’nin eli bana uzandı. Takdim edilirken bakamayacağımızı zannettiğim gözlerinin içerisine göstermiş olduğu tevazu ve hüsnü teveccühden cesaret alarak bakabildim. O da benim bir anda ne olduğumu anlamış idi. Sonra Afet Hanımefendiye de takdim edildik. O bize refakat etti, yer gösterdi, oturduk. Hangi mektepten olduğumu sordu, geldiğim zaman anlatacağım. Gazi bilardoda devam ediyordu. Sonra yanımıza gelerek, büfeye gidelim, dedi. Masa üzerinde şampanya, bol şurup, birçok bisküviler ve envai içkiler vardı. Bize birer şampanya verdi. Nimet ve ben sesimiz için birer yudum içmedik. Nimet ve ben piyano ile alafranga birçok şarkılar söyledik. Nimet beni methetti, Gazi Hazretleri ve Afet Hanım beni alkışlıyorlar ve herkes alkışlıyordu. İtalyanca olarak Madam Butterfly operasından Butterfly’ın aryasını söylemiştim. Şükrü Kaya Bey, beni Avrupa’ya göndermek gerektiğini söyledi. Sesimi plağa çektiler; orada bir makina var, hemen çekiyorlar, hemen dinleniyor. Sesim plakta çok güzel çıktı. Gazi ve Afet Hanım kulak kulağa; benim için bir şeyler konuştular ve alkışladılar. Gazi bravo dedi, mütemadiyen bakıyordu. Bir taraftan Gazi Orkestrası çalıyordu. O gece Kız Muallim ve Erkek Muallim Mektebinden 40 talebe geldi, koro yaptılar. Sonra Afet Hanım, ‘Paşam müsaade ederseniz hanımlar istirahat etsinler çünkü yarın çalışacaklar’ dedi. Gazi dışarı baktı, evet sabah oluyor, dedi, fakat bir daha büfeye gidelim. Evvela Nimet Hanım’a, ‘Hanımefendi ne arzu buyuruyorsunuz, dedi. O ‘Hiçbir şey, teşekkür ederim’ dedi. Sonra bana sordu, ‘Şurup Efendim’ dedim. Bana eliyle bir kadeh şurup ikram etti. Ve herkesi ayrı ayrı tebrik etti, otomobillere bindik. Bahçe gül kokuları ve kuş sesleri içinde idi. Otele geldik saat 4’tü. Şahin geldiğinden bir gece sonra bizi saraya çağıracağını söyledi. Ertesi gün Necip Ali Bey ‘Sizi Avrupa’ya gönderteceğiz, akşam mevzubahis oldunuz’ dedi. İşte babacığım bunları amcama da söyle, orada amcamdan bahsettim, hep tanıdılar…”