Savaş Kurt – Psikolog
Etkili iletişimde çoğu zaman asıl marifetin kendini iyi ifade etmek olduğuna inanılır. Evet kendini iyi ifade edebilmek etkili iletişimin bir parçasıdır ve sorunlarımızın dışsallaştırılmasında bize yardımcı olur. Fakat iletişimde asıl marifet doğru anlamaktır. Çoğu insan bir türlü anlaşılamamaktan veya sürekli yanlış anlaşılıyor olmaktan şikayetçidir. Ve maalesef bazen bu insanlar haklıdır. Yılmaz Erdoğan’ın yönetmenliğini yaptığı 2005 yapımı Organize İşler filminde Erdal Tosun, “sen niye hiç konuşmuyorsun?” sorusuna , “bir ara çok konuştum, hiç faydasını görmedim, bıraktım” şeklinde cevap verir. Bu söz bir türlü anlaşılamayan insanlar tarafından çokça beğenilip kabul görmüştür.
Kimdir bu sürekli bizi yanlış anlayanlar? İnsanları yanlış anlayanlar ve yanlış anlaşılanlar diye ikiye ayıramayız. Hepimiz hem yanlış anlar hem de yanlış anlaşılırız. Zihnimiz dış dünyayı algılamak ve anlamak için pratik yollar geliştirmiştir. Bu kestirme yollar hayatımızı kolaylaştırır ve hızlı kararlar vermemizi sağlar. Dış dünyadan gelen bir uyaranı; duyduğumuz bir sesi, gördüğümüz bir manzarayı kendi zihnimizin filtresinden geçirerek bir anlama dönüştürürüz. İşte bunu yaparken zihnimiz hızlı karar vermek uğruna çevremizi yanlış anlamamıza sebep olacak hatalar yapar. Ben danışanıma “O sana ne dedi” derim, danışanım, “ o da bana laf çarptı” der. Ben de tekrar sorarım, “Peki tam olarak ne dedi?” Çünkü “O da bana laf çarptı” dediğinde aslında kişi, olayın kendi zihninde dönüştürülmüş halini anlatır. Bu dönüşüm saniyeler içerisinde olur. İşte bu yüzden de birilerini yanlış anladığımızı fark etmek çok zordur. “laf çarptı” “garezine söyledi” “kızdırmak için söyledi” gibi ifadeler zihinsel bir çarpıtmanın ürünü olabilir.
Zihnimizdeki çarpıtmaların tek bir sebebi yoktur. Yaşadığımız hayat boyunca çeşitli tecrübeler edindik; bir sürü ayrı insanla tanıştık, farklı şehirler gezdik, üzüntüler ve mutluluklar deneyimledik, korkularımız oldu, hayal kırıklıkları ve şaşkınlıklar yaşadık.
Bütün bunlardan çıkardığımız sonuçlarla zihnimizde dış dünyadaki olayları anlamlandırırken kullandığımız filtreler oluştu. Fırtınalı bir havada denize bakan iki insan düşünün; birisi balıkçı birisi de bir fotoğrafçı olsun. Sizce manzaraya baktıklarında hissettikleri şey aynı olur mu? Bu görüntü fotoğrafçı için harika bir doğa olayını fotoğraflamak adına güzel bir fırsattır ve onu heyecanlandırır. Ancak bu görüntü balıkçı için ekonomik bir kaybı ifade eder ve yüksek ihtimalle onu üzer. Tıpkı bu iki insan gibi hepimiz dünyaya farklı gözlerle bakarız ve farklı şeyler görürüz.
Yanlış anlamalarımızı en aza indirebildiğimizde hem sosyal ilişkilerimizde daha uyumlu hale geliriz, hem de daha sağlıklı duygular yaşamaya başlarız. Peki bunu nasıl başaracağız? Asıl önemli olan hangi durumda olduğunuz değil, o durumun farkında olup olmadığınızdır. Her insan gibi sizin de yanlış anlama potansiyeli taşıdığınızı kabul etmeniz gerekiyor ve kabul ettikten sonra yapacağınız şey, kanıtlara dayalı düşünmektir.
Kanıtlara dayalı düşünmeyi biraz açalım. Örneğin bir ortamda bir arkadaşınız size soru sordu ve o sorduğu soru sizi rencide etti, dolayısıyla da üzüldünüz. Arkadaşınızın davranışını “ beni rencide etmek için sordu” şeklinde değerlendirmeden önce ona; “o anda sorduğun soru sonrasında kendimi rencide olmuş hissettim ve bu soruyu hangi niyetle sorduğunu merak ettim” şeklinde bir soru yöneltmeniz daha sağlıklı olacaktır. Olayı daha gerçekçi şekilde değerlendirmenizi sağlayacak şekilde bu tür sorular sormak size bir şey kaybettirmez. Hatta sevdiğiniz bir insanla yıllar boyu sürecek bir küskünlük yaşamanızın önüne geçebilir. Kastettiğim şey herkese her şeyin altında yatan sebebi sorup durmanız değil elbette. Sadece kötü hissedeceğiniz bir olay yaşadığınızda kendinize “Acaba bu olay başka şekilde değerlendirilebilir miydi?” diye sorun.
O zaman zihinsel filtrelerinizin kurbanı olmaktan kurtulup, kendinizi daha iyi hissedeceğiniz bakış açıları kazanabilirsiniz. Böylelikle de kimseyi yanlış anlamamış olursunuz.