Doç.Dr. Özlem Koray Cansungu Bülent Ecevit Üniversitesi Ereğli Eğitim Fakültesi
İnsanoğlunun doğasında bulunan rekabet duygusu ilkel toplumlara kadar uzanır. Diğer canlılar gibi insan da hayatta kalabilmek için rekabet etmek durumunda kalmıştır. Yiyecek bulmak için yırtıcı hayvanlarla savaşmış, çetin şartları aşmak için doğayla rekabet etmiştir. Hatta zamana meydan okumuş, kadim bilgileri aktarmak için kültür denen olguyu oluşturmuş ve böylece geçmişini geleceğine taşımıştır. Büyük topluluklar halinde yaşamaya başlayan insanlar sosyal varlıklar olarak da etkileşimlerine devam etmişlerdir. Buğdayın keşfi ve büyük nüfusların yiyecek sorununun bir miktar çözümlenmesiyle, öncesine göre daha konforlu bir yaşama sahip olmuşlardır. Her keşif sorunlarını çözmüş, ihtiyaçlarını karşılamış ve onlara daha rahat bir yaşam sağlamıştır. Öte yandan daha sorunsuz ve konforlu bir yaşam, ihtiyaçları değişen toplumları başka arayışlara sürüklemiştir. Refah düzeylerini arttırmak için sahip oldukları toprakları genişletmek istemişler, büyük hazineler peşinde koşmuşlar, dünyanın doğal zenginliklerine sahip olmaya çalışmışlardır. Bu anlayış yüzünden toplumlar arası “savaş” kaçınılmaz bir hale gelmiş, böylece savaşların yıkıcı etkisi yüzyıllar boyunca sürmüştür.
Gereksiz rekabet, geniş insan toplulukları arasında savaşlara yol açtığı gibi, toplumun kendi içindeki sosyal dokusunu da olumsuz etkilemiştir. Bu sosyal dokuyu oluşturan en küçük birim aileden, en büyük devlet kurumuna kadar, toplumsal yapılardaki aşırı rekabet, istemediğimiz sonuçları da beraberinde getirmiştir. Örneğin aile içinde; kardeşlerin birbirleriyle yarıştırılmasından kaynaklanan ve ileride bireyde yetersizlik algısına yol açan durumlar ya da işyerinde çalışanlar arasındaki rekabet sonucu psikolojik şiddet görme ve işten ayrılma gibi olaylar bu sonuçlardan birkaçıdır. Bu tür olaylar kısa vadede sadece bireyleri etkiliyormuş gibi görünmesine rağmen, gelecekte toplumsal barışı tehdit edecek seviyelere ulaşabilir. Tahammülsüzlük, öfke nöbetleri, kıskançlık ve daha pek çok olumsuz duygu ve bunların dışa yansıması toplumsal barışın tehlikeye girdiğinin göstergeleridir. “Onun arabası daha güzel, benim ki şu model!…,onun evi benimkinden pahalı!…, onun çocuğu mu daha başarılı yoksa benimki mi?” gibi düşünceler, bireyleri ortak yaşama kültüründen kopardığı gibi, iç huzurunu da yitirmesine sebep olabilir. Bu soruları gün boyu aklından geçiren onlarca insanla birlikte yaşama gerçeği ise, birbirimize olan güvenimizi zedelemektedir. Peki, insanların rekabet etmek yerine karşılıklı sevgi, saygı ve güvene dayalı bir ilişki içinde yaşayabilmelerinin yolu nedir? Bu sorunun cevabı kadim bir bilgi niteliğindedir: “Toplumsal anlamda ortak yaşama kültürüne sahip olmak ve toplumun her bireyinin yaşam sevgisi taşıması. Ortak yaşama kültürü, insanların birbirlerini ötekileştirmeden, birlikte olmanın gücüne inanarak ve bunun da insanı daha fazla özgürleştirdiği düşüncesiyle alakalıdır. Ortak yaşama kültürünün temelinde “saygı” vardır. Saygının üzerine ihtiyaç duyulan bütün değerler rahatlıkla inşa edilebilir. Bu kültürün ne kadar önemli olduğunu sanırım bir Suriyeli ile yapılan röportaj en güzel şekilde ortaya koymaktadır:
“Biz Suriye’de önyargılı yaşıyorduk. Birbirimize tahammülümüz kalmamıştı. Suriyeliler arasındaki fay hatları patlama noktasına gelmişti. Şiiler, iktidar olduğu için kimseyi beğenmiyor, Sünniler, çoğunluk benim diye herkese tepeden bakıyor, Hıristiyan zengin olduğu için kürdü ezmeye çalışıyor, Arab’ı başka, Türkmen’i başka konuşuyordu. Kimse kimseyi beğenmeyip sürekli aşağılıyor, sosyal medyada karşılıklı incitici, hakaret edici paylaşımların önü alınamıyordu. Herkes, herkesten uzaklaşıyor, en iyinin kendisi olduğuna inanıyor, başkasını kabullenmiyordu. Hepimiz, en ahlaklı, en namuslu, en dindar kendimizi sanıyorduk. Sonunda ülkemiz paramparça oldu ve Sünnisi, Şiisi, Arabı, Kürdü, Türkmeni birleştik. Ama nerede biliyor musunuz, Gaziantep Çöplüğünde. Çöp toplarken artık tartışmıyoruz, yani birlikte yaşamayı çöplüğe düşünce öğrendik. Ama üzerinde yaşadığımız topraklar artık bize uzak..”
Yaşam sevgisi taşımak ise; sahip olduğumuz bütün güzelliklerin değerini bilip, kendimizi sevgi dolu bir yaşama adamaktır. Başkalarının yaşam tarzlarına karışmadan ve kendimize de müdahale ettirmeden yaşamayı bilmektir. Yanlışa yanlış, doğruya doğru diyebilmek ve her canlının yaşama hakkına saygı duyabilmektir. Yaşanması gerekeni yaşamak ve hayatın zorluklarına rağmen güzellerine kucak açabilmektir. Ünlü şairimiz Edip Cansever’in dizelerinde olduğu gibi “yaşamaya ısınmaktır”: Hiç böyle ısınmamıştım; Daldaki vişneye, Vitrindeki aydınlığa, Salça kokusuna mutfağımın, Akan dereye, uçan buluta, Hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya.