Gül Güleryüz
Bir yandan çilekleri ayıklayıp su doldurduğum çukur kaba koyuyor bir yandan da “Bunlar da çilek mi?” diye söyleniyorum. Her şey plastik… Köylü kadının çileği koyduğu kap, benim yıkamak için çilekleri koyduğum tas ve hatta çileğin kendisi…
Çocukken çilek tarlamız vardı. Mayıs ayında kızarmaya ve kokmaya başlardı çileklerimiz. Nasıl güzel bir tat, nasıl güzel bir koku… Bahçemiz dedemin köyündeydi. Bir saat yürümemiz gerekirdi çileklerimize ulaşmamız için. Sabah uykusunun en tatlı yerinde uyanır yola koyulurduk. Hava henüz aydınlanmamış olurdu. Çiğ yağmış olurdu otların üzerine, ayaklarımız ıslanırdı, ben üşürdüm. Hırkama sarılırdım. Elbisemin korumadığı bacaklarım ıslanırdı, üşürdü. Dik yokuşları tırmanırdık.
Güneş doğardı, yol biterdi, çilekler kokmaya başlardı. Tarlamız yokuştu. Annem kendi elleriyle yapmıştı bu bahçeyi.
Aşağıdan başlardık toplamaya çilekleri. Sepetlere doldurduğumuz çileklerin irilerini küçük sepetlere – biz buna tıngıl derdik – koyardık. İri çilekleri daha sonra her sepetin üstüne dizerdik. Çilek alan patron böyle isterdi çünkü. Üç çeşit çileğimiz olurdu: esas Osmanlı, kırmızı çilek, bir de tüylü çilek. Osmanlı çileği pembe olurdu ucu biraz sivri, yumuşak. Diğerleri de harika çileklerdi tabi, şimdiyle kıyaslarsak, ama biz osmanlıyı birinci sayardık. Ben bir yandan toplar bir yandan da yerdim. Kahvaltı yapmadan mı giderdik acaba biz tarlaya, bunu anımsamıyorum ama karnım aç olurdu ve çilekle doyurmak çok zevkli bir işti. Annem “Topraklı topraklı yime onları, eve gidince şekerleyip yiycöz” derdi ama anneyi dinleyen kim? Çilekleri şekerlemek… Ne gereksiz bir işmiş. O kadar güzel tadın içine bir de şeker dök… Ne garip. Gerçekten de satmayıp eve ayırdığımız bir sepet çileği ayıklayıp koca tepsiye döker, üzerine de bolca toz şeker serperdik. Biraz bekletirdik, şeker erirdi, çileğin nefis kokusundan nasiplenirdi o da…
Akşam yemeğinin peşinden bu koca tepsi sofraya gelir ve sonuna kadar yenirdi. Ben tepside kalan şekerli çilek suyunu içmeye bayılırdım. Çilek idrar söktürcü bir meyve sanırım. Annemin uyarısına rağmen yediğim çilekler hemen çişimi getirirdi. Bahçenin etrafı eğrelti otlarıyla, çalılarla kaplı doğal bir tuvaletti benim için. Defalarca girer çıkardım o çalılıklara. Dedemin köyünde çeşit çeşit çiçekler de vardı. Benden bir yaş büyük teyzemle çiçek toplarken bir koşulumuz olurdu. Her çiçekten sadece bir tane toplanacak. Buna rağmen koca bir demet yapardık çiçeklerden.
Dedemin köyüydü burası. Bu koca köy dedemindi. Başka yaşayan yoktu. Meyve ağaçları, buz gibi kaynak suyu, çiçekler, tertemiz bir hava, kediler köpekler, horozlar tavuklar… Cennetten bir köşeydi burası. Karnımızı meyvelerle şişirip çimenliğe yatardık. Sonra yuvarlanırdık aşağı doğru. Başımız dönerdi, kahkahalar atardık. Mutluluk bu muydu?
Annem topladığımız çileklerin sepetlerini küfeye buna da çit derdik biz doldurur yüklenirdi sırtına, iki sepet de eline alırdı. Ben de taşıyabileceğim kadarını alırdım ve yola koyulurduk. Güneş ısıtmaya hatta terletmeye başlardı bizi artık. Annem kilosundan ve sırtındaki yükünden dolayı zorlanırdı. Kayalıklarda birazdurur, o arada esen rüzgara dönerdi yüzünü ve rüzgarla konuşurdu: “Oh oh oh, es, es, es!” Kamyonlar bizi bekliyor olurdu pazarda. Önlerinde tartılar. Biz Hacı Raşitlerin Cemil’in kamyonuna yanaşıp çileklerimizi tarttırır, paramızı alırdık. Tüccar sepetlerin üzerlerini jelatinli kağıtla kapatır, kamyona dizerdi. Pazar yeri mis gibi kokardı. Osmanlı çileğinin kokusuydu bu. Doğal, güzel, leziz… Şimdiki gibi plastik değildi hiçbir şey…