Şifre Giz’li 17, Aşk Olsun, Aşk Engelli ve Ağrı Eşiği kitaplarının yazarı, Ereğli’deki eğitim hayatına büyük emeği geçmiş değerli hocamız Ferhan Topçu, bu bölümdeki konuğumuz. Hem kendisini daha yakından tanımak, hem de yazar yönünü öğrenmek için bu güzel sohbeti gerçekleştirdik. Keyifli okumalar dileriz…
Ferhan Hocam, sizi tanıyabilir miyiz?
1957, Artvin/Şavşat doğumluyum. Memur olan babamın ilk görev yeri Zonguldak’tı. Bu nedenle üç yaşına kadar Zonguldak’ta bulunduk. Sonra tekrar Artvin’e göçtük. 1968’e kadar Artvin / Ardanuç’ta yaşadım. İlkokulu Ardanuç’ta bitirdim. Ortaokul ikinci sınıfa geçtiğim yıl Bursa’ya taşındık. Ortaokulu Bursa’ da okudum. Ortaokuldan sonra Edirne Erkek Öğretmen Okulu’na gittim ve akabinde Çanakkale Erkek Öğretmen Lisesi’nden mezun oldum.
Edirne Erkek Öğretmen Okulu zamanındaki fotoğraflara baktığımızda bir öğrenci olarak oldukça aktif olduğunuzu görüyoruz.
Karikatür ve tiyatro gibi sanatsal faaliyetlerin içindeydim. Bizim öğrenciliğimizde okul yönetimine katılmak için öğrenci örgüt seçimleri olurdu, öğrenciler gruplar kurardı. Seçimi alan grup okul yönetiminde yer alırdı. Bu uygulama o dönemde tüm okullarda vardı. Öğrencilere seçme seçilme kültürünü kazandırmak, yönetimi öğretmek için uygulanan etkin bir yöntemdi. Ben de iyi bir örgütçüydüm, mensubu olduğum grup üst üste iki yıl seçimleri kazanmıştı.
Kdz.Ereğli’ye gelişiniz nasıl oldu?
Mezun olduÄŸum yıl – 1976 yılında – EreÄŸli’ nin Yukarı Hocalar Köyü’nde öğretmen olarak göreve baÅŸladım. On dokuz yaşındaydım. BeÅŸ sınıfın birlikte eÄŸitim gördüğü okulun tek öğretmeniydim. ElektriÄŸin ve suyun bulunmadığı okulda üç yıl çalıştıktan sonra Yunuslu’ya tayin oldum. 1980 yılında eÅŸim Nezihe ile evlenip Gülüç’te çalışmaya devam ettim. O yıllarda öğretmen sendikaları yoktu, öğretmenlerin örgütlendiÄŸi dernekler vardı. Bunlardan biri de TÖB-DER’di. DerneÄŸin 12 Eylül’den önceki son baÅŸkanı bendim. TÖB-DER baÅŸkanı olmam ve KahramanmaraÅŸ olaylarını protesto eden 24 Aralık boykotuna katılmam nedeniyle 12 Eylül döneminde Adıyaman’ın Kahta ilçesine sürüldüm. Daha doÄŸrusu ben böyle düşünüyorum; çünkü bir gerekçe gösterilmemiÅŸti. Bir yıl orada çok ağır ÅŸartlarda çalıştım. EÅŸim ve çocuÄŸum EreÄŸli’de kalmışlardı. Onlardan daha fazla ayrı kalmamak için istifa edip Kdz. EreÄŸli’ye döndüm. ÇeÅŸitli iÅŸler denedikten sonra özel ders vermeye baÅŸladım. 1981 yılında oÄŸlum CandaÅŸ dünyaya geldi. 1987’de Büyük EreÄŸli Dershanesi’nde öğretmenliÄŸe baÅŸladım. Aynı yıl Hukuk Fakültesine girdim. Devam zorunluluÄŸu yoktu, dersleri dışarıdan takip ettim. 1988 yılında da Rahmetli Vahap Koç’un ısrarıyla ÜSEM Dershanesi’ne geçtim. ÜSEM’de beÅŸ yıl çalıştıktan sonra on öğretmen birleÅŸip Erdem Dershanesi’ni kurduk. ÜSEM’deki beÅŸ yılı da sayarsak yirmi yıla yakın bir süre EreÄŸli’deki eÄŸitim hayatına damgamızı vurduk.
Hatırladığımız kadarıyla Erdem Dershanesinde öğretmeninden müstahdemine kadar tüm çalışanlar aile gibiydi.
Biz emeÄŸin içindeydik; on öğretmen dünya görüşümüzü, anlayışımızı bu eÄŸitim kurumuna yansıttık. ÖrneÄŸin bizdeki müstahdemler diÄŸer kurumlardakilerden en az iki katı kadar fazla maaÅŸ alırlardı. SözleÅŸmede olmadığı halde yıllık izinlerinde ve dini bayramlarda ikramiye verirdik. Kurum olarak gelirimiz çok iyiydi. Kazancımızın önemli bir kısmını, öğrencilerimize güzel bir çalışma ortamı yaratmak ve çalışanlarımıza daha iyi imkanlar saÄŸlamak için ayırıyorduk. Åžu anda Final’in olduÄŸu binayı kendimiz yaptırdık. O dönemde bu kurum binası, bir dershane için çok lükstü. Türkiye’ de geniÅŸ bir bahçeye sahip nadir dershanelerden biriydi Erdem Dershane’si. Sadece bu kadar deÄŸil yaptıklarımız, her yıl onlarca ihtiyaçlı öğrenciyi burslu okuturduk. Hatta üniversiteye giden öğrencilere de yardım ediyorduk. Milli EÄŸitimin koyduÄŸu kotayı aÅŸtığımız zamanlarda, ücretini almadığımız öğrenciler için fatura kesip KDV öderdik. Bugün ülkemizin başına bela olan cemaatin dershaneleriyle de kıyasıya mücadelemiz oldu. Onlarla rekabet etmek çok zordu. İyi öğrencileri ücretsiz alırlardı. Amaçlarını biz çok iyi biliyorduk…
Öğretmen olup çalışma hayatına atılmışsınız. Hukuk okumak nereden geldi aklınıza?
Öğretmen okulu arkadaşlarım arasında profesör, yüksek mühendis, mimar olmuş arkadaşlarım var. O yıllardaki öğretmen okullarındaki eğitimin kalitesini vurgulamak için bu örnekleri veriyorum. Ben de öğretmenken sınavlara girip ODTÜ’yü kazandım. Ama 80 darbesi oldu ve malum sebeplerden okulu bırakmak zorunda kaldım. İçimde üniversitede okumak ukde olarak kalmıştı. 1987’de İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazandım ve sonunda istediğim şeyi gerçekleştirmiş oldum.
Kızınız Simge’den de bahsetmek isteriz. Vücut Geliştirme Sporundaki başarılarını biliyoruz.
Simge, 1991 doğumlu. Bir baba olarak sağlık açısından kaygılandığım bir sporu yapıyor, ama sonuçta yirmi altı yaşında özgür bir birey, kendi hayatıyla ilgili kararları kendisi verir. Sağlığına zarar vermediği sürece yapsın dedik ama çok ekstrem bir spor. Özellikle kadınlar için çok daha zor. Kendi alanında çok başarılı oldu. Türkiye ve Dünya şampiyonluğu kazandı.
Oğlunuz Candaş ağır bir kaza atlattı yıllar önce. Biraz bahseder misiniz?
2001 yılında trafik kazası geçirdi. İki yıl çok zor geçti. YaÅŸama ümidi çok azdı. Bir ay yoÄŸun bakımda kaldı. MüthiÅŸ bir mücadele verdik hep birlikte. Dershanedeki arkadaÅŸlarımızın ve sevenlerimizin büyük destekleri oldu. Komadan çıktığında bir bebek gibiydi; oturmayı, ayakta durmayı, yürümeyi öğrendi sırayla. Görmesi, konuÅŸması bozuktu. Daha önceden ona verdiÄŸim bir söz vardı, o sözü ona yeniden hatırlattım. İyileÅŸip okulu bitirdiÄŸinde birlikte avukatlık yapacaktık. Sözümü tuttum; oÄŸlum Candaş’la büro açıp birlikte çalıştık. Ama aktif avukatlığım iki yıl sürdü. Elli yaşından sonra yeni bir mesleÄŸe alışmak, o mesleÄŸin gereklerini hayata geçirmek çok zor. Büroya boÅŸanmak için gelenler oluyordu, onlarla dava yerine çok farklı ÅŸeyler konuÅŸuyordum. BoÅŸanmamaları için ikna edip gönderiyordum; sonra aynı kiÅŸilerin baÅŸka bir avukata gittiklerini öğreniyordum tabii. Bir kez daha denemelerini istemek yanlış mı? Eskilerden bir öğrencim “Size adliye koridorlarında bile hocam diye seslenecekler†demiÅŸti. Haklıymış. Öğretmen kimliÄŸim hep önde oldu. İcra iÅŸleri, hacize gitmek zor geliyordu bana; genç yaşımda avukatlığa baÅŸlasaydım böyle olmazdı, iyi bir avukat olurdum ama bu yaÅŸtan sonra kolay deÄŸil.â€
Öğretmenlik sizin için ne ifade ediyor?
Altmış yaşındayım, geriye dönüp baktığımda iyi ki öğretmen olmuşum diyorum. Geçenlerde öğrencilerimden Yıldıray Yıldız, Bilim Akademisi Genç Bilim İnsanı Ödülünü kazandı. Bir çok öğrencim çok iyi yerlerde çalışıyor ve onların başarılı olduklarını gördükçe tarifsiz bir mutluluk duyuyorum. Biz dershane öğretmenleri olarak sadece derse girip çıkmakla yetinmedik. Öğrencilerimize bir çeşit yaşam koçluğu da yaptık, her zaman onlarla arkadaş gibi, ağabey gibi iletişimde bulunduk. Bugüne kadar altı binden fazla öğrencim oldu ve hiç biriyle bir olumsuzluk yaşamadım.
Şimdiki eğitim sistemini nasıl buluyorsunuz?
Dışarıdan her şey eskisinden daha iyi görünüyor olabilir ama bence tam tersi. Akıllı tahta, akıllı defter vs gibi eğitim araçları kullanılıyor ama bunlar çocuğun yaratıcılığını sınırlıyor, gelişimine engel oluyor. Son iki senedir Bodrum’da bir özel okulda öğretmenlik yaptım ve bunu yakından gördüm. Çocuk deftere yazı yazamıyor; problemi kurup çözecek beceriyi geliştiremiyor. Geçenlerde bir yazı okudum, Amerika’daki Silikon Vadisi’nde, patronların çocuklarının gittiği okulda hala eski usul malzemeler, araç gereçler kullanılıyormuş.
Hocam sizi daha yakından tanımaktan büyük mutluluk duyduk. Bu görüşmemize vesile olan yazarlık yönünüz ve kitaplarınızdan da bahsetmek isteriz.
Yazarlık hevesi bende çocukluğumda başladı. İlkokula gittiğim yıllarda Artvin’de, o dönemin ünlü eşkiyalarından ‘Eşkıya Reşat’ vardı. Maceraları dilden dile dolaşıyordu, efsane haline gelmişti. Onun hakkında duyduklarımı küçücük bir deftere yazıyordum, ileride romanını yazarım düşüncesi ile… Sonra o defteri kaybettim ama ilk yazarlık denemem bu olmuştu diyebilirim. Ortaokul yıllarından başlayarak yirmili yaşlara kadar karikatür çizdim. O dönemde sergilerim, dergilerde yayınlanmış karikatürlerim oldu. Daha sonra öykü başladı. Sabahattin Ali’yi çok seviyorum. Ondan etkilendim. Sanatla hep iç içeydim, ama 12 Eylül’e denk gelen süreçte sanat ikinci plana düştü. Dershanecilikle birlikte de sadece okumaya vakit bulabildim. Çok okudum. Emekli olunca ise ‘Ben artık yazacağım.’ dedim ve başladım biriktirdiklerimi yazmaya.
Yeni bir kitaba nasıl başlıyorsunuz?
Çizdiğim karikatürleri nasıl yaratıyorsam, öyle; bir fikir düşüyor aklıma ve onun üzerine durmadan çalışıyorum. Roman da böyle benim için. Örneğin ‘Aşk Engelli’ romanımı ele alalım. Soner Albuz isimli Bakacakkadı’da yaşayan bir arkadaştan esinlendim. Yıllar önce, üniversite son sınıfta İstanbul’dan Bakacakkadı’ya gelirken trafik kazası geçiriyor. Bu kazada kuzenini kaybediyor, kendisi de omurilik felçlisi oluyor. Kaza geçirdiğinde yirmi dört yaşındaymış, şimdi kırklı yaşlarını yaşıyor. Tesadüfen tanıştık, samimiyetimiz gelişti; çok kültürlü ve bilgili bir arkadaş kendisi. Bir görüşmemizde ‘Benim de söyleyeceğim çok lafım var hocam’ dedi ve böylece bu romanın fitili ateşlenmiş oldu. Fırsat buldukça Bakacakkadı’ya gittim, gidemediğim zamanlar mesajlaştım, böylece bir omurilik felçlisinin hayatını daha iyi anlamaya çalıştım. Roman bittiğinde aramızdaki mesajlaşmaların sayısı beş binden fazlaydı. Eğer Soner olmasaydı bu romanı yazamazdım. Şifre Giz’li 17’nin hikayesi ise bizim 78’lilerin bir buluşmasından çıktı. O buluşmaya ben gidemedim, ama romanın fikri o buluşmadan çıktı. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra bir araya gelen eski arkadaşların yaşadıkları bir macerayı anlatıyorum romanda. Yaşanan macera karakterlerdeki değişimi ortaya çıkarıyor. Romanda asıl anlatmak istediğim de buydu. Romanın ilk önce bütününü tasarlıyorum, sonra yazmaya başlıyorum; ama yazarken bazı kısımları değişiyor ya da yenileri ekleniyor. Bir nevi roman kendini yazdırıyor.
Diğer kitaplarınız nasıl oluştu?
2011 ve 2015 yıllarında Ağrı Dağı’na tırmandım. Zirveye ilk çıktığımda inerken bu deneyimimi mutlaka yazmalıyım dedim. Ve konu bu şekilde düştü aklıma. ‘Ağrı Eşiği’ üzerinde çalışıp romanı oluşturdum. Bu roman Kireçlik’ te başlıyor ve Kireçlik’te bitiyor. Romanı okuyan birçok okurum termik santrallerle ilgili çok değerli bilgiler öğrendiklerini ve aydınlandıklarını söylediler. Aşk Olsun ise elli yaşında bir kadının Ereğli’ den başlayıp Hopa, Artvin, Şavşat, Ardahan, Kars ve Kağızman’a kadar uzanan gezisini konu alıyor. Bu romanla, doğduğum ve büyüdüğüm topraklara borcumu ödemeye çalıştım. Köyümün belgeseli niteliğinde bir roman diyebilirim. Bu romanın diğer bir özelliği ise kahramanının kadın olması ve bir kadının ağzından anlatılmasıdır.
Kitaplarınızda sık sık Ereğli’den tanıdığımız isimlere de rastlıyoruz. Bunun sebebi nedir?
Bunun sebebi sevdiğim, değer verdiğim insanları yaşatmak istememdir. Bundan yıllar sonra o insanlar romanlarımda yaşamaya devam edecekler. Bu özellik benim romanlarıma yansıttığım bir tarz diyebilirim. Gerçekçilik, benim romanlarımın özelliğidir. Kahramanlarımın bazıları gerçek kişilerden oluşur. Gerçekçiliği bu şekilde perçinlediğimi düşünüyorum. Birçok okuyucum romanlardaki olayların gerçek olduğunu sanıyor.
Bir romanın yazılmaya başlanmasından okuyucuyla buluşmasına kadar geçen süre ne kadardır?
Yazılış süresi romanın hacmine göre değişir. Dört romanımın her birini ortalama iki yılda bitirdim. Romanımı yazıyorum. Bir sene üzerinde ince işçilik yapıyorum. Daha sonra en az üç kişiye okutuyorum ve sonunda yayıncıya gönderiyorum.
Yeni kitabınızın konusu ne olacak?
‘AÅŸk Olsun’ romanımın devamı gelecek. Olayın bir kısmı EreÄŸli’de geçecek ve AÅŸk Olsun’daki Cengiz, romanın ana karakteri olacak. Åžu sıralar bir öykü üzerinde çalışıyorum. Soma ile ilgili birçok yazarın öykülerinden oluÅŸan bir öykü kitabı var, onun ikinci baskısı yapılacak. Bu öykümün yeni baskıda yer almasını çok istiyorum. Öykünün konusu maden ocaklarında yaÅŸanan dramlarla ilgili…
İmza günlerine, kitap fuarlarına katılıyorsunuz. Sizce genel olarak kitaba ilgi nasıl?
Maalesef Türkiye’de kitap okuma oranı çok düşük. İnsanlar ilgisiz. ÖrneÄŸin İstanbul Kitap Fuarına gittim. Yayıncımız, bir arkadaÅŸla bana, birlikte yapacağımız söyleÅŸi düzenledi. Duyurular yapıldı ama söyleÅŸiyi dinlemeye on iki kiÅŸi geldi. Benim ilk söyleÅŸimdi ve çok üzüldüm. Bizden sonra ÅŸair Küçük İskender ve ÅŸiirleriyle ilgili bir söyleÅŸi vardı. Sanıyorum en az on konuÅŸmacı vardı. Dinleyicilerin sayısı ise otuz kiÅŸi civarındaydı. Her konuÅŸmacının beÅŸ on yakını gelseydi elliden fazla katılımcı olurdu. Daha sonraki söyleÅŸilerde de dinleyiciler çok azdı. Moralim bozuluyor ama bu nedenle yazmaktan vazgeçecek deÄŸilim. Yazmak çok farklı bir tutku. Yazmaya devam edeceÄŸim. Kitap okuyanların sayısı arttıkça Türkiye’nin daha iyi yerlere geleceÄŸine inanıyorum. Sanatçı içinde yaÅŸadığı toplumun vicdanı, sanat ürünleri ise vicdani deÄŸerleridir. Ne yazık ki günümüzde sanata deÄŸer verilmiyor. Oysa ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk ne demiÅŸti: “Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından bir kopmuÅŸ demektir.â€
Kendinizi nasıl bir romancı olarak tanımlarsınız?
Roman insanı anlatan sanattır. Öncelikle bir karakter yaratacaksın ve belirli bir kurgu içerisinde onun hayatını anlatacaksın. Sanatta toplumcu gerçekçilikten yanayım. Romanlarımın kurgusunu bu anlayışla oluşturuyorum. Postmodernizmi onaylamıyorum. Postmodernizm çürümekte olan sistemin yarattığı bir akımdır. Dört romanımın farklı ana temaları var: Şifre Giz’li 17’de merak, Aşk Olsun’da huzur, Aşk Engelli’de umut, Ağrı Eşiği’nde güven duyguları ana temayı oluşturmaktadır. Sanırım öğretmenliğimin yansıması, romanlarımda didaktik (öğretici) unsurlar ağır basıyor. Kısa ve öz cümlelerle, yalın yazmaya dikkat ediyorum. Betimlemelerimi de aynı şekilde yapıyorum. Romanlarımı her yaştan ve her kesimden insanlar kolayca okuyabilir. Süslü, uzun cümlelerle değil de kurgunun bütünüyle sanatımı yaratmaya çalışıyorum.
Günümüz yazarlarından kimleri okuyorsunuz?
Ayrım yapmayı doÄŸru bulmuyorum, ama ille de söylemem gerekirse -ÅŸu an aklıma gelenler – Zülfü Livaneli, Ahmet Ümit, İnci Aral zevk alarak okuduÄŸum yazarlar arasındadır. Distopik romanları severim. AyÅŸe Kulin’in Tutsak Güneş’ini distopya okumak isteyenlere öneririm. Roman yazmak isteyenlere, roman karakterlerinin nasıl yaratıldığının en güzel örneklerinden, Yıldırım B. DoÄŸan’ın Ankaralı Nefise’sini salık veririm.
Ereğli’deki kültür sanat hayatını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında geçmişle kıyasladığımda gerilediğini görüyorum. Her ay bir tiyatro gelse güzel olmaz mı? Boyutunun ne olduğu önemli değil ama düzenli olarak kitap fuarları düzenlemek lazım Kdz.Ereğli’de. Birçok ilçede kitap günleri, kitap fuarları düzenleniyor, neden Ereğli’de de olmasın? Geçen ay, Bodrum Turgutreis’te kitap günleri vardı. Belediyenin öncülüğünde tabii. On-on beş yayınevi stant açtı. İnsanların stantları gezip kitaplara dokunması bile bir olaydır. Bu tür etkinlikler, çocuklarımıza kitabı, okumayı sevdirmenin en etkin yoludur. Yayınevleri kârdan çok bu amaçla kitap fuarlarına katılmaktadır. İnsanların o havayı solumaları lazım. Umarım burada da Belediye destekler ve düzenli olarak kitap fuarlarıyla insanlara okuma sevgisi aşılanabilir.
40.yılını dolduran bir öğretmen olarak, meslektaşlarınıza ne söylemek istersiniz?
Sabır ve hoÅŸgörü, bilgi ve deneyim, empati ve sevgi, öğretmeni sanatçı yapan özelliklerdir. Kırk yıl sonra bile hatırlanmak istiyorsanız önce sevgi ama!…
Biz de Dergi 67300 olarak bu temennileri pay- laşıyor ve değerli yazarımız Ferhan Topçu’ya bu keyifli sohbet için çok teşekkür ediyoruz. Son söz; okuyun, okutun:)